Türkiye’nin Bitmeyen Avrupa Yolculuğu

Bundan 14 yıl önce, 3 Ekim 2005’te Lüksemburg’da yapılan Hükümetlerarası Konferans’ta Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne tam üyeliği için müzakerelere başlanması kararlaştırıldı. Bu, daha 1959 yılında Avrupa Birliği henüz Avrupa Ekonomik Topluluğu iken 31 Temmuz 1959’da ortaklık başvurusunda bulunan Türkiye’nin Avrupa yolculuğunda önemli bir kilometre taşıydı.

Müzakerelerin başlaması kararı Türk basınında “Türkiye ile AB’nin kaderi birleşti”, “Medeniyetler buluştu” başlıklarıyla duyurulsa da uzmanlar Müzakere Çerçeve Belgesi’nin ucu açık birçok madde barındırdığına dikkat çekiyordu. Nitekim aradan geçen 14 yıl boyunca müzakerelerde ciddi bir ilerleme sağlanamadı ve gelinen noktada Avrupa Parlamentosu’nun Türkiye ile müzakerelerin askıya alınmasını öneren raporu 109’a karşı 370 oyla kabul edildi.

“Riyakar, ikiyüzlü, sahte bir ilişki”

Peki ama Türkiye’nin 60 yıl önce başlayan Avrupa yolculuğu niye bir türlü bitmiyor? Kadir Has Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Görevlisi Soli Özel’e göre Türkiye-AB ilişkisi zaten “Çok kısa bir dönem hariç, özellikle son 30 yılda son derece riyakar, iki yüzlü, sahte, kimsenin de gerçek niyetinin bu yönde olmadığı bir ilişkiydi”. VOA Türkçe’nin sorularını cevaplayan Özel, ilk kez 2001-2004 arası dönemde Türkiye’nin üyeliğinin gerçekleşmesi yönünde bir irade oluştuğunu belirterek daha sonra özellikle AB üyesi büyük ülkelerin sözlerinden caydıklarını söyledi.

Özel, “Türkiye de sanırım 2006-2007’den itibaren Avrupalıların kendisine asla adil davranmayacağına iyiden iyiye kanaat getirdi. Zaten hep var olan bir kuşku canlandı. Ondan sonra iktidar 2012-2013’e kadar AB’yi sadece kendi işine geldiği zaman yaslanabileceği bir yankı odası olarak kullandı. Sonra ona da ihtiyacı kalmadı” diye konuştu.

“İlişkiyi tamamen koparmanın maliyeti çok yüksek”

Gelinen noktada karşılıklı güvenin neredeyse sıfır olduğunu vurgulayan Özel, buna rağmen Türkiye-AB ilişkisinin sürmesini ilişkiyi tamamen koparmanın maliyetinin her iki taraf için de yüksek olmasına bağladı. Özel, bu maliyeti de şu sözlerle açıkladı: “Türkiye, ‘ben kendi yoluma gidiyorum’ diyerek bağları kopardığı takdirde özellikle ekonomik olarak hayli ağır bir darbe alır. Gümrük Birliği’nden çıkması gerekecektir. Belki kendisine açılmış olan dünyanın en büyük piyasası kapanmayacaktır ama oraya erişim giderek daha fazla zorlaşacaktır. Türkiye’nin içindeki koşullar daha sıkıntı yaratacak koşullara dönüşecektir. Bu da Türkiye’de dışa göçü zorlayacak bir faktör haline gelebilir. Bir de Türkiye’den göç dalgasıyla karşı karşıya kalmak AB’nin hoşlanmayacağı bir şey. Ayrıca Türkiye’nin bir bakıma Avrupa’nın kapısını tutan ülke olarak kötü niyetli hareket etmesi halinde Avrupa’ya verebileceği zarar var. Bundan dört sene önce mülteci sorununda bunu net olarak gördük. Bir de tabii bugün dünyada ne kadar geçerli olduğu tartışmalı olsa da Türkiye’nin demokratik değerler açısından o kulübün kapısında bekliyor olması dünyadaki statüsünü farklılaştırıyor. İlişki tamamen biterse o statü de kaybedilmiş olacaktır. Bu arada AB ile Amerika’nın birbirlerinden ya da Amerika’nın AB’den giderek uzaklaştığı, Trump türü bir başkanın NATO’yu ne kadar canlı tutmak istediğinin bilinmediği bir ortamda güvenlik açısından da Türkiye ile AB’nin birlikte hareket etmeleri gerekiyor. Kaynaklar orada, piyasa orada, buna karşılık güvenlik konusunda bir şeyler yapabilme kapasitesi Türkiye’de. Böylesi bir karşılıklı bağımlılık. Bunun kopması halinde iki taraf açısından da tatsız bir durum ortaya çıkar”.

“İlişkiyi canlandırma iradesi kimsede yok”

Tam üyeliğe alternatif olarak zaman zaman gündeme gelen imtiyazlı ortaklığın şimdiye kadar tanımlanmadığına dikkat çeken Özel, “Bence aslında her iki taraf da bir noktada imtiyazlı ortaklığa yatacaktı. Ama bunun tanımlanmamış olması gündemde tutulmamasına da yol açtı. Türkiye açısından somut olarak gelen bir şey yok. Ne olduğunu bilmiyoruz. O nedenle gerçekleşmediğini düşünüyorum. Ama bence çok uzun zamandan beri Türkiye kendisini ‘ille de benim gibi olacaksın, tam olarak bana benzeyeceksin’ diye sıkıştırmayan türden bir ilişkiyle AB’yle bağlarını sürdürmeyi tercih edecektir. Fakat imtiyazlı ortaklık bile olsa özellikle hukukun üstünlüğü, yargı bağımsızlığı, güçler ayrılığı gibi konularda AB’nin verebileceği tavizin çok da fazla olmadığı kanısındayım” diye konuştu.

Özel, Türkiye-AB ilişkilerinin geleceği konusunda ise, “Ölmediği takdirde bir şekilde canlandırılabilir ama bugün itibariyle benim görebildiğim bu irade kimsede yok” ifadesini kullandı ve şunları söyledi: “AB’nin kendi iç dertlerinin onu çok yoruyor, çok uğraştırıyor olması bunda bir etmen. Sanki AB Komisyonu’nun önümüzdeki beş yıllık dönemi yeniden yapılanma dönemi olarak yaşanacak. O zaman da Türkiye gibi her zaman çok çetrefilli olmuş bir dosyayla da çok fazla ilgilenmeyi tercih etmeyeceklerini düşünüyorum”. Özel’e göre “Karşılıklı güven o kadar düşük noktada ki, şu anda sadece ilişkinin kopmamasına yetecek kadar enerji üretebiliyor. Ama Amerika Avrupa’dan daha ciddi çekileceğinin işaretlerini verecek olursa en azından güvenlik bakımından Türkiye ile AB’nin birbirlerine daha yakın ilişki kurmaları gerekecek”.

“Türkiye, etrafı demokratik ülkelerle sarılmış bir ülke değil”

Ege Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Siret Hürsoy da Türkiye-AB ilişkilerinin hep inişli çıkışlı bir rota izlediğine dikkat çekerek, “Türkiye’nin bu alandaki en büyük sorunlarından bir tanesi, belki de şanssızlığı jeostratejik açıdan büyük avantajı bulunsa da çevre ülkelerin demokratikleşme konusunda büyük sıkıntılar yaşaması. Yani Türkiye, Avrupa’nın göbeğinde, demokratik ülkelerle sarılmış bir ülke değil. Etrafında çok problemli ve ulus devlet anlayışını çok oturtamamış ülkelerle komşuluk yapmak zorunda. Bu da Türkiye’nin iç ve dış meselelerini doğrudan etkiliyor” diye konuştu. Hürsoy’a göre Türkiye’de siyasi partilerin yetersizliği de AB ile olan ilişkileri olumsuz etkiliyor.

VOA Türkçe’ye konuşan Prof. Dr. Hürsoy, Türkiye-AB ilişkilerinin Soğuk Savaş’ın bitmesinin ardından farklı bir rotaya evrildiğini belirterek, “Soğuk Savaş döneminde Türkiye jeostratejik konumu nedeniyle üyelik açısından daha uygun bir pozisyondaydı. Daha sonrasında Avrupa daha içe dönerek Türkiye’yi dışlama eğilimine girdi. Özellikle Trump’ın başkan seçilmesinden sonra uluslararası sistemde etkin olabilecek Amerika’da ve Avrupa’da aşırı milliyetçilik, tek taraflı müdahale anlayışı, Nazizm endişe verici bir şekilde artmaya başladı” dedi.

Artan ırkçılık ve İslamofobi’nin etkisi

Irkçı, yabancı düşmanı görüşlerin yükselişini 2. Dünya Savaşı öncesi döneme benzeten Hürsoy, buna günümüzde İslamofobi’nin de eklendiğini vurguladı. Prof. Hürsoy, “Türkiye bu artan ırkçılık ve milliyetçilik dışında kalamayacağı için, bundan bir etkilenme olduğu için bir refleks olarak daha çok kapalı bir ekonomiye, kendi ulusal ekonomisine odaklanmaya çalışarak kendi milli addedebileceğimiz ekonomik girişimlerini başlatıyor. Tabi Türkiye bunu dışarıya karşı daha korumacı bir şekilde yapmaya çalışıyor” diye konuştu. 15 Temmuz darbe girişiminin Türkiye’deki demokratik düzeni raydan çıkartmayı hedeflediğini belirten Hürsoy, AB’nin bu darbe girişimini hemen kınamadığını da söyledi.

Hürsoy, Türkiye’nin Gümrük Birliği Anlaşmasını imzalamasına rağmen uzun yıllar boyunca üyeliğinin gerçekleşmediği tek ülke olduğunu hatırlattı. 3 Ekim 2005’te imzalanan Müzakere Çerçevesi Belgesi’nde adı imtiyazlı ortaklık olmasa da buna kapı aralayan maddeler olduğunu belirten Hürsoy, “Mesela ucu açık müzakere süreci, daha sonra entegrasyon kapasitesi olarak değiştirdikleri hazmetme kapasitesi, uzun geçiş süreçleri, özel düzenlemeler, kalıcı diyebileceğimiz kısıtlar bunun örnekleri. Ayrıca eğer müzakereler başarısızlıkla sonuçlanırsa Türkiye’nin “fully anchored” dedikleri çok sıkı bir şekilde çapalanması, güçlü bağlarla AB’ye bağlanması anlamına gelen terimler kullanıldı” diye konuştu.

“AB siyasi, kültürel, dini öğelere odaklanıyor”

Hürsoy, müzakerelerin yeniden canlanması konusunda ise şunları söyledi: “Açıkçası günümüz şartları altında pek iyimser değilim. İkili ilişkilerde pek çok şeyin değişmesi gerekiyor. Özellikle de AB’nin değişmesi gerekiyor. Avrupa şu anda daha çok siyasi, kültürel ve dini öğelere odaklanıyor. Bunun için Türkiye’yi dışlayıcı bir tavra giriyor. Ama eğer bu artan milliyetçilik, sağ muhafazakar partilerin yükselişi durdurulabilirse, ulus devlet üstü, çok kültürlü bir dinamik gelişmeye başlarsa Türkiye-AB müzakereleri tekrar gündeme gelebilir. Ama bu gündeme gelebilecek müzakeredeki karşımızdaki AB, aynı AB olmayacak. İç çeper, dış çeper gibi yapılar oluştuğu takdirde Türkiye belki de AB ile imtiyazlı ortaklığı kendi isteyecektir”.

Prof. Hürsoy, “Uluslararası ilişkiler çok sürprizlerle doludur. Çok dinamiktir. Günümüzde her şey çok hızla değişebiliyor. Ama kısa ve orta vadede Türkiye-AB ilişkilerinin tekrar rayına oturma olasılığının çok zor olduğunu söyleyebilirim” diye konuştu.