Rutgers Üniversitesi'nde görev yapan tarihçi Doç. Dr. Nükhet Varlık, uzun yıllar Avrupa ve Osmanlı İmparatorluğu'nu etkileyerek milyonlarca insanın ölümüne neden olan vebanın Osmanlı'daki tarihini yazdı.
“Kara ölüm” olarak da adlandırılan veba hastalığı, 14. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar dönem dönem Batı Avrupa'dan Uzak Doğu'ya kadar geniş bir coğrafyayı etkisi altına aldı ve milyonlarca kişinin ölümüne neden oldu.
Nükhet Varlık, “Akdeniz Dünyası'nda ve Osmanlılarda Veba” adlı ödüllü kitabında vebanın İmparatorluğa olan siyasi ve sosyal etkileriyle salgınların ortaya çıkardığı toplumsal pratikleri ortaya koydu.
Tıp tarihçiliği ve veba konusunda ABD'de araştırmalarını sürdüren Varlık, Osmanlı'da vebayı ve yeni kitap projelerini VOA Türkçe'ye anlattı.
Your browser doesn’t support HTML5
“Osmanlı'da devlet kurumlarının ortaya çıkmasında vebanın önemli yeri var”
Nükhet Varlık, 14. yüzyıldan 16. yüzyılın sonuna kadar veba tarihiyle ilgili yaptığı araştırmada çok farklı ve beklemediği sonuçlara ulaştığını söylüyor: “Tabii ki veba önemli bir konu hem Osmanlı tarihinde hem dünya tarihinde bütün etkilediği toplumları kökten olarak değiştirmiş bir hastalık ve kitlesel ölümlere yol açmış, çok ciddi ekonomik, kültürel, sosyal değişimlere yol açmış bir hastalık.
Bir yandan da imparatorlukların, toplumların çöküşüyle, kriziyle ilişkilendirilmesinin dışında toplum hayatını, ekonomik hayatı, politik hayatı, kültürel hayatı nasıl etkilemiş diye sorduğunuzda da karşınıza farklı farklı şeyler çıkıyor. Birinci kitapta özellikle bunları anlamaya çalışmıştım. Örneğin bulduğum şeylerden bir tanesi ve belki en ilgi çekicilerinden birisi aslında Osmanlı’da devlet fikrinin ve devlet kurumlarının oluşmasında vebanın çok önemli bir etkisi olduğunu ortaya çıkardım.”
Büyük mezarlıklar kuruluyor
İstanbul'da 16. yüzyıl başında toplu mezarlıkların oluşmasının büyük veba salgınlarıyla aynı döneme denk geldiğini vurgulayan Varlık, toplu ölümlerin yeni kurumları ve uygulamaları doğurduğunu anlatıyor: “Yani halk sağlığını etkileyen unsurlar, veba gibi, diğer hastalıklar gibi devletin gözetimi altında kontrolu ve bilgisi altında gerçekleşmeye başlıyor. Ve bu bilgiyi de alıp sonra hastalığın ilerlemesini anlamak ve kontrolünü sağlamak için kullanıyorlar dolayısıyla bize şu anda görünmez kalmış ya da gözümüzden kaçmış olan bir takım unsurları, dikkatli bir incelemeyle görebiliyoruz. Dolayısıyla bence çok önemli bir yeri var vebanın Osmanlı tarihinde.”
Avrupa'da nüfusun yarısı vebadan öldü
Kaynaklar 14. yüzyılın ortasındaki ilk veba salgınında Avrupa'daki nüfusun yaklaşık yarısının hayatını kaybettiğini belirtiyor. Varlık, Osmanlı'da ve bölgede sürekli tekrarlayan salgınlardaki ölümlerin bölgeye yıkım getirdiğini dile getiriyor: “Genel olarak şöyle bir şey söyleyebiliriz. Her bir salgında yaklaşık nüfusun yüzde 25'i ile yüzde 40-50'ye varan kısmının özellikle ağır salgınlarda hayatlarını kaybettiklerini biliyoruz. Dolayısıyla aslında rakamlar bizim düşündüğümüzden çok daha yüksek. Tabii ki yani tek bir salgından bahsetmiyoruz. Çok, çok sayıda salgın var. Saymakla bitmez diyebilirim. İlk bildiğimiz en büyük salgın, bu Avrupa'yı da etkisine alan 'kara ölüm' diye bilinen 1347 yılında başlayan salgın. Bu salgın sırasında Osmanlı, imparatorluk diyemeyeceğimiz küçük bir beylik ya da gelişmekte olan bir toplum durumunda. Ama bundan etkilendiğini biliyoruz, kaynaklarda görüyoruz, o dönem zaten Bizans imparatorluğu da etkileniyor, İstanbul etkileniyor. Osmanlı'nın kontrolü altında olan Bursa salgından etkileniyor. Bundan sonra aralıklı olarak devam ediyor. Yaklaşık her 10-15 yıl arayla tekrar bir salgın, tekrar bir salgın, bu yaklaşık 14. yüzyıl ortalarından 1347'deki 'kara ölüm'den yaklaşık 15. yy ortalarına hatta ikinci yarısına kadar 10-15 yıl aralıklarla devam ediyor. Zannediyorum 18. yüzyıldan itibaren yavaş yavaş azalmaya başladığını söyleyebiliriz ama yine hala 19. yüzyılda bile örneğin 1812'de çok büyük bir salgın var. Büyük salgınlar zaman zaman ortaya çıkmaya devam ediyor. Keza 19. yüzyılın sonuna kadar hatta 20. yüzyılın başlarında bile veba salgınları daha küçük çapta da olsa görüyoruz. Benim Türkiye tarihinde bulduğum, karşılaştığım en son belgelenmiş veba salgını 1947'de. Yani o kadar da uzak bir tarihten bahsetmiyoruz aslında.”
Şifa için çeşitli yöntemler deneniyor
Nükhet Varlık, Osmanlı'yı yaklaşık 500 yıl etkileyen vebanın tedavisi için çok değişik yöntemlerin denendiğini belirtiyor: “Önce şunu söylemek lazım, veba hastalığının bir mikrop nedeniyle bulaştığı bilgisi bir kere çok yeni bir bilgi. 1896'dan önce zaten bilmiyoruz bile. 19. yüzyılın sonunda diyelim yavaş yavaş şey anlaşılmaya başlıyor ve bu Uzak Doğuda yapılan çalışmalarla ortaya çıkıyor. Hong Kong'da bir veba salgını var bu arada. Fransız bir bakteriyolog oraya gidiyor ve orada veba basilini, mikrobunu buluyor. Ve bundan sonra çalışmalar yapılıyor bu hastalık nasıl bulaşıyor vesaire. Dolayısıyla 19. yy sonuna ve hatta 20 yy. başına kadar dünyada hiç kimse bu hastalığın nedenini bilmiyor dolayısıyla Osmanlı'da da bilinmiyor. Onun için 'bu hastalık nasıl anlaşılıyordu, tedavisi nasıldı' diye bakarken bunu göz önünde bulundurmak önemli.
Ama tabii ki hasta karşımıza çıktığında hastalığın nasıl tedavi edilmesi ile ilgili muazzam bir kültür var. Yani Osmanlı hekimleri, zamanın hekimleri bu konuda çok ciddi kafa yormuş, bunun üzerine yazmış, birçok veba risalesi var elimizde bunları konuşan tartışan. Çok ilginç tedavi yöntemlerinden bahsediyorlar. Kimi hatta bize günümüzde ilginç gelebilir, mesela bu veba hastalığının en tipik özelliklerinden bir tanesi, semptomlarından birisi diyeyim işte hıyarcıklar çıkıyor. Şişlik ve acılı böyle koltuk altlarında lenf bezlerinin olduğu yerde. Hastalık tabi ateş ve diğer semptomlarla kendini gösteriyor. Bu hıyarcık çıbanların üzerine canlı tavuk ya da canlı güvercin koyuyorlar. Ve hayvan eğer ölürse o zaman hastalığın zehrini çekmiş olarak kabul ediliyor, hastalığın iyileşeceği düşünülüyor. Gerçi bu sadece Osmanlı'da değil, Avrupa'da da uygulanan bir yöntem. Bunu sadece aklıma gelen bir örnek olarak söylüyorum. Ama tabii ki yani merhemler, haplar, şuruplar, yani bunlarla ilgili yüzlerce hatta binlerce ilaç reçetesi bulmak mümkün.”
Killi toprak, şifa tasları, bezoar taşı...
Varlık, tedavi yöntemleri arasında killi topraktan şifa taslarına ilginç metotların bulunduğunu aktarıyor: “Bir killi toprak var. Limni adasından çıkıyor bu toprak. Ve onun da özel bir ritüeli var. Senede bir defa açılıyor Limni adasında yer altından özel bir killi toprak çıkarılıyor ve bu killi toprak işte özel bir mühür basarak onlar tablet haline getiriliyor ve bu killi toprağın vebaya iyi geldiği söyleniyor. O şifa tasları çok ilginç. Hamamda kullanılan şifa tasları, genellikle metal taslar. Üzerinde işte Kuran'ı Kerim'den ayetler oluyor. Ve onların işte su koyarak vücudun yıkanmasının bir şifası olduğu düşünülüyor ama onun dışında şey de var, bu tılsım ya da muska yazıldığı zaman kağıda yazdıklarında bazen kağıdı suya koyuyorlar. O mürekkebi kağıttan çıkıyor, o harfler çözülüyor sonra onu bazen içiyorlar şifa için. Ya da bazen onunla yıkanıyorlar. Bu bezoar taşı dedikleri bir şey var. Keçilerin sindirim sisteminde taşlaşan bir oluşum. O da çok pahalı ve zor bulunan bir şeymiş. Bir de tiryak dedikleri bir karışım var. Bu çok meşhur yani tiryak sadece Osmanlı'da değil çok zor bulunan bir şey. Tiryakın özelliği şu: panzehir bir anlamda. Sadece veba için değil zehirlenmelere karşı, yılan akrep sokmalarına ya da birçok zor hastalıklara karşı kullandıkları bir panzehir. Tiryaklarda en az 40 çeşit madde var içinde. Yılan zehiri falan da olduğunu söylüyorlar. İşte bal, türlü şey, birçok çeşit bitki, hayvansal karışım. O tiryaklar çok meşhur, çok pahalı ve çok zor bulunan bir şeymiş. Ama 'tiryak olursa bu hasta iyileşir' falan diye onlardan bahsediyor kaynaklar.”
Osmanlı hanedanı da önlemler alıyor
Veba salgınlarından korunmak için Osmanlı hanedanı da önlemler alıyor. Nükhet Varlık, hanedan üyelerinin genellikle şehri terk ettiğini söylüyor: “Her yeri etkilediği gibi tabi sarayı da etkiliyor. En büyük korkulu rüyalardan bir tanesi. Şimdi Fatih döneminde özellikle şeyi görüyorsunuz: Büyük salgın olduğu zaman şehirden kaçıyorlar. Saray ve saray erkanı, hanedan da şehri terk ediyor. İşte şehir dışında Edirne'ye çok gidiyorlar. Sonra Fatih kendi seferleri sırasında mesela salgın olduğunu öğrendiği zaman oradan kaçıp başka yerlere gidiyor. Genellikle salgından emin olduklarını düşündükleri güvenli bölgelerde bekliyorlar hastalık geçinceye kadar bir kaç ay sonra tekrar şehre giriyorlar. Bu bir süre böyle devam ediyor. Zannediyorum 15. yüzyıl sonuna kadar hatta 16. yüzyıl başına kadar veba olduğunda hanedanın şehirden kaçması, başka bir yere sığınması şeklinde. Sonra sonra şeye dönüşüyor, 16. yüzyılda özellikle, salgın sırasında yaz saraylarına gidiyorlar. Özellikle Boğaziçi kenarında, işte Göksu Sarayı'nda, Paşabahçe, Beylerbeyi yani daha sonradan yazlık saraylar haline dönüşen bildiğimiz yerlerin bir anlamda da vebadan korunmak için, veba mevsimini geçirmek için sığınılan bir yer olarak da kullanıldığını görüyoruz. Bu sadece tabi Osmanlı hanedan üyeleri için geçerli değil, dönemin önde gelen ailelerinden, elit bu toplumun unsurlarından da gördüğümüz bir davranış. Ve aynı zamanda İstanbul'da görev yapan Avrupalı diplomatların, elçilerin de bu tip pratiklere başvurduğunu görüyoruz yani o Boğaziçi’ndeki yalıları hep biz bugün güzellikleri manzarasıyla görürüz öyle düşünürüz aslında onların kökeninde biraz hastalıktan kaçınmak için de biraz sığınma görevi gördüklerini de biliyoruz.”
Sarayda veba nedeniyle ölümler
Varlık, bazı padişahların veba nedeniyle hayatını kaybetmiş olabileceğini anlatıyor: “Tabii ki imparatorluk ailesine mensup, hanedan ailesine mensup bireylerin vefatıyla karşılaşıyoruz. İşte padişahın kızlarından ya da cariyelerinden ya da eşlerinden vebadan öldüğü kaydedilmiş ya da prenslerden, şehzadelerden var böyle kişiler. Ama Osmanlı padişahlarına baktığımızda vebadan ölen var mı? Nedense vebadan öldüğünü söylemiyor kaynaklar bize. O da biraz düşündürücü. Yani kesin olarak Tabii ki emin olmamız mümkün değil. Eğer kaynaklar da söylemiyorsa bunu iddia etmek zor. Ama bazı örneklerde vebadan şüphelenmek mümkün olabilir gibi geliyor bana. Yani en önemlilerinden birisi şu anda aklıma gelen işte Osman Bey'in oğlu Orhan Gazi, büyük ihtimalle vebadan ölüyor. Bizans kaynakları bize bundan bahsediyor ama Osmanlı kaynakları pek bahsetmiyor. Mesela Selim de (Yavuz) öldüğü tarih ve öldüğü yerde büyük bir veba salgını var. Onun vebadan öldüğü Osmanlı kaynaklarında geçmiyor ama mesela İtalyan kaynaklarında geçiyor. Dolayısıyla bilmemiz mümkün değil. Selim için şey söyleniyor, şarbon hastalığından, yanıkara diye geçiyor kaynaklarda.”
Kitabı dört ödül aldı
Nükhet Varlık'ın Osmanlı'da veba konusundaki ilk kitabı bugüne kadar 4 ödül kazandı: “Kitabım dört ödül kazandı. Bir tanesi Middle East Studies Association, Amerika'daki Orta Doğu Çalışmaları Derneği'nin Albert Hourani kitap ödülü. Ortadoğu çalışmaları alanında yazılan en iyi kitaba, yılda bir kitaba veriliyor bu ödül. O ödülü aldım 2016 yılında. Aynı yıl Osmanlı ve Türkiye Araştırmaları Derneği'nin Fuat Köprülü Kitap Ödülü'nü de aldı kitabım. O da Osmanlı ve Türkiye araştırmaları alanında yazılan en iyi kitaba veriliyordu. Bunlar 2016 yılında. 2017 yılında da Orta Çağ Akdeniz Araştırmaları Enstitüsü'nün verdiği ödülü aldı kitabım. 2018 yılında da Amerikan Tıp Tarihçileri Derneği'nin verdiği George Rosen ödülünü aldım o da halk sağlığı alanında yazılmış en iyi kitap değerlendirmesinde birinci oldu.”
Einstein'ın çalıştığı enstitüde araştırma yapıyor
İlk kitabı büyük beğeni kazanan Varlık, veba konusundaki ikinci kitabının hazırlıklarını, bir dönem Albert Einstein'ın da bilimsel çalışmalar yaptığı Princeton İleri Araştırmalar Enstitüsü'nde (Princeton Institute of Advanced Studies'te) sürdürüyor.
Varlık, halen Rutgers'ın akademik kadrosunda olmasına karşın, Princeton İleri Araştırmalar Enstitüsü'nden kazandığı burs nedeniyle kurumundan bir yıl araştırma izni almış.