Boston Globe, ‘What’s Driving Turkey’s Reengagement with the Arab World?” ”Türkiye’nin Arap Dünyası’yla Yeniden Kaynaşmasının Ardındaki İtici Güç Nedir?” adlı çalışmanın yazarları akademisyen Nadir Habibi ve Joshua W. Walker’ın bir yazısına yer veriyor. Habibi ve Walker, Türkiye’nin Hüsnü Mübarek’e gösterdiği tepkiyi Muammer Kaddafi’ye göstermediğini belirtiyor. Uzmanlar, Türkiye’nin Libya’ya yönelik yaptırımların halka zarar vereceğini ve Libya’da kimsenin askeri müdahale istemediğini savunduğunu, ancak bunların doğru olmadığını yazıyor ve şöyle diyor:
‘Uluslararası baskılar Kaddafi’nin gidişini hızlandırarak Libya halkının daha fazla acı çekmesini önleyebilir. Yabancı ülkelerin olaylara seyirci kalması Libya’daki insanlık krizini uzatmaktan ve dökülen kanı arttırmaktan başka işe yaramaz. Ayrıca Türkiye’nin iddia ettiğinin tersine Libyalılar uluslararası yardıma ihtiyaçları olduğunu açıkça belirtti. Halbuki Türkiye Libya’daki krizi sona erdirmek için diplomatik girişimler başlatabilir. Bu Batı tarafından da desteklenmeli. Ancak Türkiye’nin Kaddafi’yi lanetlemeye bir türlü yanaşmaması krizi çözmek için gösterilen uluslararası ve bölgesel çabaların altını oyuyor. Elbette Türkiye’nin sergilediği tavırda Libya’daki çok sayıda yatırımın tehlikeye girmesi de var. Ancak Türk liderler Kaddafi’ye yönelik uluslararası baskılara karşı çıkarak bu yatırımları kurtaracaklarını sanılıyorlarsa çok büyük bir hata yapıyorlar. Ayaklanmalar gün be gün artıyor, Libya halkı uluslararası tepkileri yakından takip ediyor. Ve kendilerine kimin yardım edip kimin etmediğini çok iyi hatırlayacaklar. Başkan Obama bile sessiz kalırken Başbakan Erdoğan Hüsnü Mübarek’in görevi bırakması gerektiğini söyleyen ilk liderlerden biriydi. Ancak Erdoğan’un Kaddafi’ye tepkisiz kalması samimiyetinin ve güvenilirliğinin sorgulanmasına neden oluyor. Çok yakında kimin haklı, kimin haksız olduğu ortaya çıkacak.’
Washington Post’taysa Ferit Zekeriya’nın bir yorumu yer alıyor. Zekeriya, Arap gençliğinin işsizlik, eğitimsizlik ve fırsatsızlık gibi sorunlarından yola çıkarak Amerikan gençliğinin durumunu ele alıyor ve ortaya çıkan tablonun hiç de iç açıcı olmadığını yazıyor. Zekeriya şöyle devam ediyor:
‘Ülkeler zenginleştikçe çocuk ve gençlere daha fazla yatırım yapacaklarını düşünürsünüz. Bu durum Amerika’da geçerli değil. Federal hükümetin çocuklara yönelik harcamaları son 30 yıldır azalmaya devam ediyor. 1960’ta federal bütçeden 18 yaş altındaki Amerikalıların sağlık, gelişim ve eğitimine yüzde 20‘lik pay ayrılıyordu. Günümüzde bu oran yüzde 10, ve düşmeye de devam ediyor. Buna karşılık yaşlılara yönelik harcamalar hızla artıyor. Sosyal güvenlik ve yaşlıların sağlık hizmetleri bütçenin yüzde 40‘ını oluşturuyor. Bir başka deyişle hükümet bir çocuk için bir dolar harcarken bir yaşlı için 4 ya da 5 dolar harcıyor. Peki durum neden böyle? Öncelikle oy verenler ve siyasetçilerin kampanyalarına mali katkıda bulunanlar çocuklar değil, yaşlılar. Siyasi sistemimiz para ve oya karşı çok hassas. Amerika ayrıca tüketimi teşvik etmeye, yatırımlarıysa kısmaya devam ediyor. Bu, uzun vadeli ekonomik büyümeyi getirecek girişimlerin tam tersini yapmak demek. Çin, Güney Kore, Almanya geleceğe yatırım yaparken biz yatırım harcamalarını kesiyoruz. Amerika’nın son birkaç onyıldaki ekonomik büyümesi ve refah düzeyinin yükselmesi 1950 ve 60’lı yıllardaki büyük yatırımların sonucudur. 20 yıl sonra geriye baktığımızda gelecek nesil için hangi büyük yatırımı gösterebileceğiz?’
Los Angeles Times ise Columbia Üniversitesi Hukuk Fakültesi profesörlerinden Michael J. Graetz’in petrol fiyatlarının yüksekliği konusundaki yazısına yer veriyor. Graerz, Ortadoğu’dan Libya’ya yayılan ayaklanmaların petrol fiyatlarını aniden yükselttiğini, bu durumun, Amerika’nın Libya’ya ve bölgedeki diğer despotlara yönelik tutarlı bir dış politika gütmemesi eleştirisini getirdiğini yazıyor. Bunun ilk kez yaşanmadığına dikkati çeken uzman şöyle devam ediyor:
‘Kaddafi 27 yaşındayken Kral İdris’i devirmiş, Amerikan ve İngiliz askerlerini ülkeden çıkarmış, Libya’nın Avrupa’nın kullandığı petrolün yüzde 30‘unu sağladığı o dönemde petrol fiyatlarının artmasını talep etmişti. Kaddafi liderliğinde, Abu Dabi, İran, Katar, Irak, Suudi Arabistan ve Kuveyt de petrolleri karşılığında daha fazla para istemeye başladı. Geçmişte bu sorunla başa çıkmak için yürütülen bazı politikalar başarısız oldu. Günümüzde de Amerika, otoriter rejim olmalarına rağmen Suudi Arabistan ve diğer Arap ülkelerini destekleyip yardım ediyor. Ancak ikili ilişkilerde dizginler Amerika’nın değil, Arap ülkelerinin elinde. Aslında sorun Amerika’nın dış değil iç politikasından kaynaklanıyor. Nixon’dan Obama’ya sekiz başkan da Amerika’nın petrol bağımlılığını azaltamadı. Amerika dünya nüfusunun yüzde 4‘üne sahip ama dünyanın enerjisinin yüzde 25‘ini tüketiyor. Başkan Obama Libya’nın ayaklanmaları bastırmaya çalışmasının kabul edilemez olduğunu söyleişti. Petrol tüketimimizin ve yabancı petrole olan bağımlılığımızın devamlı olarak artmasını da kabul etmemeliyiz.’