Irkçılık Almanya’nın kanayan yarası. İki Almanya’nın birleşmesinin 30.yılında ırkçılık ve aşırı sağcıların eylemleriyle ilgili sayılar bu sorunun geride kalan bu dönemde giderek büyüdüğünü kanıtlıyor. Alman istihbaratı, ülkede en az 12 bin 700 aşırı sağcının şiddete eğilimli olduğunu belirtirken, son 30 yılda en az 187 kişi ırkçılar tarafından öldürüldü.
Irkçı saldırıların arasında, 1992 yılında Mölln ve 1993 yılında Solingen kentlerinde Türklerin yaşadıkları evlere, sadece yabancı ve Türk oldukları için yapılan saldırıların ayrı bir yeri var. Mölln’de aynı aileden üç, Solingen’de ise yine hepsi akraba olan beş kişi, ırkçı saldırılarda hayatlarını kaybettiler. O tarihten sonra da münferit ve aşırı sağcı örgüt bağlantılı olarak pek çok ırkçı saldırı gerçekleşti. NSU, Nasyonal Sosyalist Yeraltı (NSU) adlı ırkçı terör örgütü, 2000-2007 yılları arasında 8’i Türkiye kökenli 10 kişiyi öldürdü.
NSU, 4 Kasım 2011 günü Uwe Mundlos ve Uwe Böhnhardt adlı iki üyesinin yine bir banka soygunu sonrası yakalanacaklarını anlayıp intihar etmesi ve daha sonra NSU davasında yargılanan Beate Zschaepe'nin örgüt evini ateşe vermesi sonucu tesadüfen ortaya çıkarken, örgüt üyelerinin 10 yıl boyunca Almanya’da elini kolunu sallayarak dolaştığı anlaşıldı. Yetkililer ve Alman basınının büyük bir bölümü bu süreçte, cinayetlerin arkasında "Kürt mafyasının" ya da ailelerin olduğunu öne süren ve olayları ‘döner cinayetleri’ olarak adlandırılan haberler yaptı.
NSU’nun hayatta kalan üyesi Beate Zschaepe’nin yargılandığı ve toplam 437 duruşmanın görüldüğü davada 765 tanık ve 51 bilirkişi dinlendi. Zschaepe ve örgüte yardımcı olan dört kişiyle ilgili dava 6 Mayıs 2013'te başladı ve 5 yıl sürerek Almanya'da İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki en uzun mahkeme olarak kitaplara geçti.
Zschaepe, 10 kişinin öldürülmesine karışması ve terör örgütü üyesi olması nedeniyle ağırlaştırılmış ömür boyu hapis cezasına çarptırıldı, ancak cinayete kurban gidenlerin yakınları, NSU‘nun "neden yakınlarını hedef seçtiği" sorusuna yanıt alamadı. Aynı şekilde istihbarat ve polisin NSU’nun faaliyetlerini neden takip etmediği ve Türkiye kökenlilerden gelen itirazları neden ciddiye almadığı konusunda tatmin edici bir yanıt bulamadı.
Alman basını tarafından "yüzyılın davası" olarak tanımlanan davayı isimleri kurayla çekilen toplam 50 gazeteci izleyebildi. Bu isimler arasında yer alan Evrensel Gazetesi Almanya temsilcisi Yücel Özdemir, dava sürecindeki izlenimlerini, Almanya’daki ırkçılık olaylarıyla ilişkilendirerek kitap haline dönüştürdü. "Neonazi-İstihbarat-Emniyet üçgeninde NSU Cinayetleri" adlı kitap NSU ile ilgili ilk Türkçe kitap olma özelliğini taşıyor.
Almanya’da aşırı sağcı terör tehlikesinin ne kadar ciddi bir boyutta olduğunu bir kez daha gözler önüne seren kitapla ilgili Yücel Özdemir, VOA Türkçe’nin sorularını yanıtladı.
VOA: NSU’nun eylemleri Almanya’nın yakın tarihinin en çok konuşulan konularından biri oldu. Konuyla ilgili dava 5 yıl sürdü. Siz davayı başından sonuna kadar takip ettiniz. Dava sürecini kitap haline dönüştürmeye ne zaman karar verdiniz?
Daha dava başlarken bu fikir oluştu. Davayı bir şans eseri izledim. Çünkü Sabah gazetesinin itirazi sayesinde bir kura çekimi yapılmıştı, davayı dördü Türkiye kökenli toplam 50 gazeteci izleyebiliyordu. Bunu tarihsel bir sorumluluk olarak gördüm. Çünkü daha önce de NSU cinayetlerini izliyordum. NSU ortaya çıkmadan, seri cinayetlerin kimler tarafından işlendiği aklımızda bir soruydu. Sonra akreditasyon için başvuru yaptığımda, o 50 talihli gazeteci arasında birisi olunca, bu tarihsel sorumluluğu yerine getirmek gerektiğine karar verdim. İlk günden itibaren başlayarak, kitabı bu süre içerisinde yazdım diyebilirim.
VOA: 1990’lı yıllardan bu yana Almanya’da gazeteci olarak çalışıyorunuz. O dönemde insanlar öldürülürken, Almanya’da yetkililer ve basın, Türk ve Kürt mafyalarının kendi aralarında hesaplaştığını öne sürüyordu. Sonra saldırıları NSU’nun yaptığı ortaya çıktı. Almanları şaşırttı bu örgütün varlığı, Türkiye kökenliler ise pek şaşırmadı. Siz o dönemde neler hissettiniz?
Ben bu dönemi bire bir Köln’de yaşadım. Köln’de NSU’nun iki bombalı saldırısı oldu. Bir tanesi kitlesel öldürmeye yönelikti. Keup Caddesi’ndeki saldırıda 22 kişi yaralandı. Patlama olduktan hemen sonra, Keup Caddesi’ne gittiğimizde, herkesin aklında bir soru vardı: kim bu saldırıyı düzenlemiş olabilir? Bir yanıt bulamıyorduk açıkcası. Dönemin İçişleri Bakanı Otto Schilly, Kürtlerle Türkler arasında bir çatışma dedi. Sonra mağdur insanların polis tarafından suçlu ilan edildiğini gördük. Başka yerlerde de bu yaşandı. Ailelere eşlerinin uyuşturuyla, terörle, Türkiye’deki kriminal olaylarla bağlantısı olduğu söylendi. Halbuki aileler, eşlerinin, babalarının temiz insanlar olduklarını biliyordu, onun için bir düşmanın olmadığını da biliyordu. Tanımadıkları bir düşman tarafından, aşırı sağcılar tarafından öldürülmüş olabileceklerini ifade ediyorlardı. Ama bunu kimse dikkate değer görmüyordu. Dolayısla NSU ortaya çıkınca, şaşırmadık. Bir bakıma trajik bir olaydı. Herkes rahatladı. Yıllarca suçlu olarak ilan edilen Kubaşık ailesi ya da Şimşek ailesi birden sevindi, çünkü babalarının katilinin Naonaziler olduğunu, kafalarından geçenin gerçek olduğunu gördüler. Esasında babasının öldürülmesine insanın üzülmesi lazım, ama bunun içinden bir sevinç çıktı. Çünkü "biz bu işin suçlusu değiliz, Neonaziler" diye bir rahatlama oldu. Türkiyeliler zor bir dönemi yaşadılar. 1990’lı yıllardan bu yana 30 Türkiye kökenli öldürüldü, ancak bu tarzda seri cinayetlere NSU ile tanık olduk.
VOA: Kitabınızda dava sürecini, davadaki izlenimlerinizi anlatıyorsunuz. Saldırların kurbanlarına da ağırlık veriyorsunuz. Mağdurlar bir bakıma rahatladı dediniz. Peki Alman güvenlik birimlerinin yaptığı hataları, istihbaratın NSU’yu yıllarca `görmemesini` affedebildirler mi? NSU Davası sona erdiğinde Almanya ile barışabildiler mi?
Maalesef buna olumlu bir cevap veremeyeceğim. NSU Davası 6 Mayıs 2013‘te başladığında bu umut vardı. Suçlulara ağır cezaların verileceği ve en önemlisi olayların istihbaratla bağlantısının ortaya çıkarılacağı beklentisi vardı. Mahkeme karşısına sadece 5 kişi getirildi. Bu kişilerin ötesinde, Federal Savcılık 30-40 başka kişiden de bahseden bir iddianame hazırlamıştı. Bunların hiçbiri ceza almadı. İstihbarat bağlantısı ortaya çıkarılmadı. Kitapda da yazdım. Benim için dava daha ilk gün bitmişti. Çünkü Başsavcı Dehm, yanıma geldi, istihabat bağlantısı konuşulacak mı diye sordum. Bana "Bu davada iddianamedeki kişiler söz konusu, bunların ne kadar ceza alacağı belli olacak. Gerisini burada bize sormayın" dedi. Talep edilen cezalar da düşük kaldı. Zschaepe en yüksek cezayı aldı ama, silahı temin eden Wohlleben hakkında 12 yıl ceza isteniyordu, 10 yıl ceza verildi. Yardım ve yataklık yapan Eminger hakkında 2 yıl 5 ay ceza verildi, davanın bittiği gün serbest bırakıldı. Aileler o gün isyan ettiler. Kubaşık ailesi dava çıkışında konuşmak bile istemedi. Hayal kırıklığı yaşadılar. Bu olayın, Almanya’daki Türkiye kökenlilerin Alman devletine, yargısına, kurumlarına, güvenlik birimlerine önemli bir sarsıntıya yol açtığını düşünüyorum.
VOA: NSU Davası kapandı, am o zamandan bu yana da ırkçı saldırlar, aşırı sağcı terör eylemleri sona ermedi. Bir dizi başka saldırılar oldu, Türkiye kökenlilere tehditler geldi. Alman basını sıklıkla, Alman hukuk sisteminin ve güvenlik birimlerinini aşırı sağın yeteri kadar üstüne gitmediğini iddia ediyor. Yıllardır bu konuyu takip eden bir gazeteci olarak, Almanya’nın ırkçılıkla yeteri kadar hesaplaştığını düşünüyor musunuz?
Maalesef bütün bu cinayetlerin olması, yeteri kadar üstüne gidilmediğini gösteriyor. Almanya’nın sağ gözü, ülkenin kuruluşundan bu yana "kör". Çünkü, daha önce Hitler döneminde aktif olan pek çok kişi Almanya’nın kuruluşunda yer aldı ve güvenlik birimlerini oluşturdular. Bu durum o zamandan bu yana devam ediyor. Örneğin ırkçı NPD partisi, partinin içinde yer alan muhbirler nedeniyle yasaklanamadı. Federal Parlamento ve Federal Konsey, bu ırkçı partinin yasaklanmasını istedi, ama istihbarat elemanları yüzünden yasaklamadı. Almanya’nın bu konuda gerçek anlamda bir yüzleşmeye ihtiyacı var. İstihbaratta, güvenlik birimleri içerisinde temizlik yapılması gerekiyor. Örneğin son olarak NSU 2.0 adı altında, Türkiye kökenlilere, antifaşistlere gönderilen tehdit mektuplarının büyük kısmının polis teşkilatı kaynaklı olduğunun ortaya çıkması, bu sorunun ne kadar ciddi olduğunu gösteriyor. Cumhurbaşkanı Steinmeier’in yaptığı çağrı anlamlı; devlet her alanda aşırı sağ ile mücadele yapmalı. Zaten devlet bunu başarabilirse, Alman halkının büyük çoğunluğu antifaşist. Bu ülke Neonazilerin, değil demokratların, antifaşistlerin. Bu temizlik işini devlet üstlenirse, toplumdaki ırkçılık da biter diye düşünüyorum.